HAFTALIK GÜNDEM DEĞERLENDİRME

Haftalık Değerlendirme Toplantısı - 25 Kasım 2025

BM GÜVENLİK KONSEYİNİN GAZZE KARARI

Toplantımıza Gazze gündemi ile başlamak istiyorum. Zira Gazze, bilinçli bir şekilde kamuoyunun gündeminden uzak tutuluyor. Farkındaysanız Gazze artık neredeyse hiç konuşulmuyor. Sanki sorunlar çözülmüş, işgal ve soykırım bitmiş, yaşanan acılar dinmiş, açlık ve kıtlık son bulmuş! Sanki suçlular hesap vermiş, soykırımcı katiller hapsedilmiş, Filistinli tutsaklar salıverilmiş, sanki işgalci Yahudiler Gazze’den çekilmiş, halk evlerine geri girmiş, sanki savaş bitmiş Gazze’ye barış gelmiş! 

Mısır’da yapılan sözde ateşkes anlaşmasından bugüne Gazze’de yaşananları, katliam ve ölümleri gün gün istatistikler ile sıralasak bu toplantı bitmez. Ateşkesin başladığı 11 Ekim 2025 tarihinden bugüne toplam 345 Müslüman katledilmiş, 889 kişi yaralı… Son 24 saatte Gazze’deki hastanelere çocukların içinde olduğu 17 şehit getirilmiş. Bu ne demek, her gün 10 şehit, 20 yaralı demek… Güya ateşkes var ama Gazze’de hala siviller katlediliyor, yerleşim yerlerindeki araçlar, evler ve hatta çadırlar hedef alınıyor. Güya ateşkes var ama insani yardımların girişi %70 kısıtlanıyor, Refah sınır kapısı hala kapalı, hastanelerde tedavi gören yaralılar tıbbi malzeme ve ilaç olmadığı için ölüyor. Ve Müslümanların başındaki yöneticiler “Gazze’de ateşkes oldu, barış oldu, biz de buna katkı sağladık” diyerek kürsülerde kasıla kasıla konuşuyorlar, Trump’ın övgüsüne mazhar olmanın, böylece koltuklarını korumanın mutluluğunu yaşıyorlar. 

BM Güvenlik Konseyi, Gazze’de iki yıl süren işgal ve soykırımın ardından Netanyahu’ya en iyi Amerikan silahlarını vermekle övünen Trump’ın sözde barış planını destekleyen karar tasarısını onayladı biliyorsunuz. İki yıl boyunca Gazze’de yaşananların tamamı, Güvenlik Konseyi’nin gözü önünde gerçekleşti. Oturum üzerine oturum düzenlediler, savaşın durması, işgalci Yahudi varlığının kınanması için defalarca tasarılar sunuldu; ancak hiçbirinde Gazze ve Müslümanlar lehine bir karar alınmadı. Bugün alınan BM Güvenlik Konseyi kararı da aynı şekilde Gazze’nin faydasına, Müslümanların lehine değildir. Öyle olsaydı bu savaşta Netanyahu ve Yahudilerin sponsoru olan Amerika böyle bir kararı destekler miydi? BM Güvenlik Konseyi’nin onayını alan bu son karar, katil Netanyahu ve işgalci Yahudi ordusunun başaramadığını tamamlamak için alınmış bir karardır. 

Güvenlik Konseyi’nin 2803 sayılı kararında Gazze’yi “Barış Kurulu” adı verilen bir konseyin yöneteceği yazılı. Bu kurul Trump planı çerçevesinde güya uluslararası hukuk ilkeleriyle uyumlu bir şekilde, Gazze’yi yeniden imar edecek ve bunun finansmanını sağlayacak. Başında Trump’ın olduğu bu konsey, körfez ülkelerinin parası ile Gazze’yi yeniden imar edecek, Gazze’yi turizm şehri yapacak ve Gazze halkına buyurun gelin evlerinize diyecek! Buna yöneticilerimiz inanıyor maalesef… 

Karara göre Gazze’nin yeniden inşası belirli bir noktaya geldikten sonra Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı ve devletleşmesi söz konusu olabilir ama şarta bağlı; Filistin yönetiminin yapacağı tatmin edici reformlara göre buna karar verilecekmiş. Filistin Yönetimi’nden istenen bu reformlar nedir peki; hem fiili işgali tanımak hem de kültürel işgalin taşlarını döşemek. Yani Filistin halkının Kudüs davasını zihinlerden kazıyarak bitirmek istiyorlar. Bu mümkün mü; Allah’ın izniyle Mübarek belde buna izin vermeyecek, bunu asla başaramayacaklar. 

Karar metninde “Barış Kurulu”na, birleşik bir komuta altında görev yapacak geçici bir “Uluslararası İstikrar Gücü” oluşturma yetkisi de veriliyor. Bu gücün görevleri arasında; sınır bölgelerinin güvenliğinin sağlanmasına yardımcı olmak ve “terörist” olarak nitelendirilen silahların toplanması bulunuyor. Bu güç, işgalci Yahudi ordusu, Mısır güvenlik güçleri ve güvenlik soruşturmasından geçmiş Filistin polis gücü ile koordineli çalışacakmış. Bu gücün amacı kararda açıkta belirtilmiş. ABD işgalci varlık İsrail’in 2 yılda yapamadığını bu uluslararası güç ile yapmak istiyor. Siyonist varlık Gazze’de savaşı kazanamadı, mücahitlere yenildi, şimdi bu askeri güç ile Mücahitlerin elinden silahlarını almayı deneyecek. Allah’ın izniyle bu da olmayacak.

Bütün bu kirli planların hayata geçmemesi bizim Gazze’yi gündem yapmamıza, bu şerli planları ifşa etmemize bağlı. Müslümanlar Gazze’yi sadece katliam, ölüm ve yıkım olduğunda değil şerli planlar uygulamaya konduğunda da gündem yapmalıdır. Bu şerli planların parçası, paydaşı her kim olursa olsun onların ihaneti ifşa edilmeli ve karşı durulmalıdır. Biz iki yıl boyunca “Ordular Aksaya” diye yetki sahiplerine ve yöneticilere çağrı yaptık. 70 bin Müslüman katledildi ama hiçbir devlet ordusuna harekât emri vermedi. Şimdi ABD’nin küstah başkanı Trump’ın planı uygulansın diye Gazze’ye asker göndermek istiyorlar. Biz de diyoruz ki direnişi değil işgali bitirmek için Gazze’ye asker gönderin. 

Allah’ın izniyle biz Trump’ın Gazze planını konuşmaya, ifşa etmeye, tehlikesini anlatmaya devam edeceğiz. Bu konuda Bursa ve Antalya’da iki önemli konferans yaptık. “Ateşkesin Gölgesinde İşgali Meşrulaştırmak” ve Barış’ın Arka Planı ve Gazze’nin Geleceği” başlıklı konferanslara önemli konuşmacıları davet ettik. Önümüzdeki günlerde İzmir ve başka şehirlerde de bu konu ile ilgili konferanslar düzenleyeceğiz. Gazze ve Filistin’de işgali meşrulaştırmayı amaçlayan bu şerli planın hayata geçmemesine müsaade etmeyeceğiz inşallah. 

GÜNEY AFRİKA’DAKİ G20 ZİRVESİ

Dünyanın önde gelen ekonomilerini bir araya getiren G20 grubu liderler zirvesi bu yıl "Dayanışma, Eşitlik ve Sürdürülebilirlik" temasıyla Güney Afrika’nın Johannesburg şehrinde yapıldı. Zirveye Türkiye’yi temsilen Cumhurbaşkanı Erdoğan da katıldı. G20’nin kurucu ülkelerinden olan ABD’nin başkanı Trump ise Güney Afrika’daki toprak reformunu “beyaz nüfusa yönelik ayrımcılık” olarak nitelendirerek zirveyi boykot etti. Ayrıca Rusya’nın ve Çin’in devlet başkanları da zirveye katılmayarak alt düzeyde temsilci gönderdiler.

G20’nin bu yılki zirvesini öncekilerden farklı kılan, zirvenin 1998 yılındaki kuruluşundan bugüne ilk defa bir Afrika ülkesinde düzenlenmiş olmasıdır. Bu durum, G20’nin her yıl benzer temalarla öne çıkarılan dayanışma ve eşitlik sloganlarının koca bir yalan olduğunu göstermektedir. Zira G20’nin gerçek misyonu, G8 olarak temsil edilen ve başta ABD olmak üzere dünyayı sömüren batılı büyük devletlerin politikalarını dünyanın geri kalanına kabul ettirmeye çalışmaktır. Kararları alanlar G8 ülkeleri, uygulanmasına yardımcı olanlar ise diğer ülkelerdir. Tıpkı bugün Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumların ABD tarafından kullanılması gibi. Bu yönüyle ne G20’nin ne G8’in ne de bir başka küresel kuruluşun insanlığın hayrına bir karar alması söz konusu olabilir. Bu kuruluşların her biri sömürgeci kapitalist ideolojinin temsilcileri olup verilen mesajlar sadece genel geçer cümlelerden ve temenniler ibarettir.

Güney Afrika’daki G20 zirvesinde de aynı süslü sözler ve temenniler minvalinde bir sonuç bildirisi kabul edildi. Bildiride, küresel çatışmaların sona erdirilmesi, iklim finansmanının artırılması ve Afrika’nın kalkınma önceliklerinin küresel gündemin merkezine yerleştirilmesi vurgulandı. Ayrıca "Sudan’da, Kongo’da, işgal altındaki Filistin topraklarında, Ukrayna’da ve dünyadaki diğer çatışmaların sona erdirilmesi için adil, kapsamlı ve kalıcı barış için çalışacağız." denildi. Fakat gerçek bunun tam tersidir. G20’nin kurucusu olan ülkeler, savaşları bitirmek, sömürüyü engellemek bir yana bizzat faili olan devletlerdir. Bu devletler dünyanın dört bir yanında yaşanan işgal, katliam, kaos ve insanlık trajedilerinin baş sorumlusudur. Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ülkeler ise bu politikaların geliştiricisi ve uygulayıcısıdır.

Diğer taraftan özellikle son yıllarda bu tür zirvelerin çerçevesinin ve katılımcılarının genişletilmesinin önemli bir sebebi vardır. Geçen yıl Brezilya’da “Adil Bir Dünya Ve Sürdürülebilir Bir Gezegen İnşa Etmek”, önceki yıl Hindistan’da "Tek Dünya, Tek Aile, Tek Gelecek" temalarının öne çıkarılması bu sebeple ilgilidir. Kapitalist küresel sistem çöküşün eşiğindedir. Batının sözde özgürlük, adalet ve kalkınma paradigması başarısız olmuştur. Kapitalist sistem halklar tarafından lanetlenmekte ve bir çıkış yolu aranmaktadır.

Fransa Devlet Başkanı Macron’un zirvede söylediği “İster Ukrayna'dan, ister Orta Doğu'dan, ister Sudan'dan bahsedelim, her yerde insancıl hukukun, halkların egemenliğinin ve insan onurunun savunulması gerektiğini söylemekte zorlandığımızı görmeliyiz. Eğer somut çözümler elde edemezsek G20'nin varoluş nedeninin ortadan kaybolması riskiyle karşı karşıyayız." sözleri bu gerçeğin bir yansımasıdır. Çünkü bu sözleri Afrika’daki bir zirvede söyleyen Macron, Afrika’yı vahşice sömüren, 1961’den beri 14 Afrika ülkesinden yılda 500 milyar dolar sömürge vergisi alan Fransa’nın devlet başkanıdır. 

En önemlisi, tüm uluslararası kurumların gözleri önünde yaşanan Gazze’deki aşağılık soykırım kaçınılmaz çöküşün sadece G20’ye has olmadığını göstermiştir. Bununla birlikte Trump yönetimindeki ABD’nin küstah ve dayatmacı tavrı, kapitalist sistemle ilgili tüm iyi niyetleri ortadan kaldırmıştır. ABD, Güney Afrika’daki zirveye katılmayarak küresel düzenin ortak akıl diye bir şeyin vakıasının bulunmadığını, aslolanın hadaratlar ve çıkarlar çatışması temelinde bir egemenlik mücadelesi olduğunu açığa çıkarmıştır.

Hal böyleyken, hakikat tüm çıplaklığı ile ortadayken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın reform adı altında bu yozlaşmış sistemi kurtarmaya çalışması akla ziyan bir durumdur. Cumhurbaşkanı’nın Birleşmiş Milletler’in kuruluş ruhuna dönmesi gerektiğini, onun köklerinin bugünkü karanlık döneme ışık tutacak değerlerle dolu olduğunu söylemesi asla kabul edilemez. Birleşmiş Milletler düşüncesinin temeli Hristiyan Batı Avrupa devletleri ailesidir. Onun kuruluş ruhu İslam düşmanlığıdır. Kökleri ise 16. yüzyılda Osmanlı Hilafet Devleti'nin Doğu Avrupa’yı fethedip Batı Avrupa’yı fethetmek ve hidayeti yaymakla tehdit etmesine karşılık, kendilerini savunmak için düzenledikleri 'Westfalia' toplantısıdır. Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere tarafından kurulan Cemiyeti Akvam ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından kurulan Birleşmiş Milletler aynı sömürgeci kafir zihniyetin devamıdır. Onu reforme etmek şöyle dursun, üyesi olmak bile vebaldir. Hele ki payitahtın son başkenti olan İstanbul’u bu necis kuruluşun merkezi haline getirmeyi hedeflemek ve bunun için çalışmak tarihi bir vebaldir. Zira Allah, Müslümanların kafirlerin egemenliği altına girmelerini kesin bir şekilde haram kılmıştır.

Hizb-ut Tahrir Türkiye olarak bu konudaki mesajımız şudur:

Müslüman Türkiye halkı için yegâne kurtuluş ne G20’de bulunmak, ne G8’e dâhil olmak, ne de yıkılmaya yüz tutmuş küresel sömürü sistemine destek olmaktır. Kalkınma ve ilerlemenin metodu ne ABD’nin yörüngesinde dolaşmak, ne de AB’nin kapısında beklemektir. Müslüman Türkiye halkı, İslam ümmeti ve tüm dünya için tek kurtuluş, insanlığı kalkındıran, yeryüzünü imar eden, huzur ve güveni sağlayan, adaleti tesis eden, en önemlisi de İslam ile hükmeden Raşidi Hilafet’tir. Tüm Müslümanlara çağrımız, Hilafetin yeniden kurulması için çalışmaya koyulması ve bu yolda Hizb-ut Tahrir’e yardım edilmesidir.

TERÖRSÜZ TÜRKİYE KOMİSYONU VE BAHÇELİ’NİN İMRALI ÇIKIŞI

Geçen hafta Devlet Bahçeli’nin ‘‘Kimse gelmezse alırım yanıma 3 arkadaşımı İmralı’ya giderim’’ açıklamasından hemen sonra Terörsüz Türkiye Komisyonu harekete geçti ve İmralı’ya gitme kararı aldı. CHP ve Yeni Yol Grubu İmralı Adası’na üye göndermediler. Ne konuşulduğu, hangi konularda görüş alındığı henüz açıklanmadı ama bu ziyaretlerin devamı gelecek gibi gözüküyor. Abdullah Öcalan ile görüşen ilk heyette AK Parti’den Hüseyin Yayman, MHP’den Feti Yıldız ve Dem Partiden Gülistan Kılıç Koçyiğit yer aldı. Hani Erdoğan’ın seçim mitinglerinde ‘kimler kimlerle beraber’ söylemini hatırlarsınız. Gerçekten de tablo tam olarak öyle. Seçim kazandıran karşıtlıklar dostluklara dönmüş, hakaretler, ithamlar geride kalmış düşmanlıklar yol arkadaşlığına evrilmiş. İşte biz buna demokrasinin Türk siyasetine kattığı omurgasızlık diyoruz. Çünkü bir dönem şeytanlaştırılarak seçim kazandıran unsurlar başka bir dönem dostluklar kurarak kazandırabilir. Böyle bir atmosferde fikirlerin, projelerin, kalkınmaya dair planların üretilmesine, konuşulmasına gerek yoktur. Demokraside esas olan seçme ve seçilme sürecidir. Bu konu şimdilik burada kalsın biz 56 yıllık Milliyetçi Hareket Partisinin değişim ve dönüşüm sürecinden kısaca bahsedelim.

Bütün varlığını, siyasi bekasını ‘Terör’ ve ‘Terörist’ kavramlarına borçlu olan bir parti bu sorunu çözmek için başrol oynadı. Bunun tek bir açıklaması olur o da tâbi olduğu büyük devletin yeni projesine sadakatle sarılmak. MHP’nin Cumhur ittifakına dahil olması ve hükümetin ortağı olarak hareket etmesi bu süreci başlatan dönüm noktasıydı. Amerika’nın Türkiye’deki İngilizci PKK terörünü bitirip, varlığını kalıcı kılması ise esas nedendi. Bahçelinin ilk kez grup toplantısında 1 yıl önce sarfettiği sözler ise işaret fişeği oldu. ‘‘Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini açıklasın’’ demişti. Hükümetin bu yeni çözüm sürecinde MHP’yi başrol oyuncusu yapmasında 2 temel gerekçe vardı.

Birincisi milliyetçi tabanı hızlıca ikna edip, konsolide etmek. Bu yolla doğabilecek eleştirilerin ve çatlak seslerin önüne geçmekti. Dolayısıyla sürecin hızlı ilerleyebilmesi, kararlılık vurgusu ve ‘Devlet’ meselesi olduğu fikrini kamuoyu etmekti.

İkinci husus ise sürecin sekteye uğrama ve olumsuz sonuçlanma ihtimaline karşın kaybeden taraf olmamak ve sorumluluğu MHP’ye yüklemekti. Bahçeli, CB Erdoğan ile yaptığı ikili görüşmenin hemen akabinde bu çıkışı yaptı. Zira bu çıkış sorumluluk alma konusunda ikna edildiğinin göstergesiydi.

Fakat ‘Terörsüz Türkiye’ süreci sakız gibi uzadı. Ne yasal bir adım atıldı ne de teröristler tam manasıyla silah bıraktı. Göstermelik birkaç silahın yakılması toplumu ikna etmeye yaramadı. Üstelik Dem Partiden gelen harekete geçme ısrarı ise bilhassa oyuna talip olunan seçmen için rahatsızlık oluşturdu. 

Bu yüzden ilk Öcalan’a tecrit kaldırılsın söyleminden 13 ay sonra Devlet Bahçeli en yüksek çıkışını geçen hafta İmralı’ya giderim açıklamasıyla yaptı. Çünkü süreç uzadıkça kan kaybediyor, gücü zayıflıyor, etkisi sönüyor. Bilhassa CB Erdoğan’ın süreç ile ilgili ağzını bıçak açmıyor, gelişmelere hep sonradan dahil oluyordu. Tam bir seçim partisi gibi davranıyor. Halkın nabzını ölçüyor, etki ve tepki dengesini tartıyor, kaybedecek bir oya bile tahammül edemiyor. O yüzden MHP hükümetin güçlü bir ortağı olarak proaktif bir rol oynamak zorunda kalıyor. Kısacası Bahçeli beni kör kuyuya atamazsın, yanacaksak beraber, kazanacaksak beraber diyor.

İşte demokratik siyaset bu. Gerçek ve kalıcı çözüm arayışı yerine günü kurtarma siyaseti. Yıllarca muhalefeti İmralı ile eleştirip oy devşirenler, altılı masanın yedincisi DEM parti diyerek seçim malzemesi üretenler, şimdi aynı işi devlet meselesi diyerek yapıyor. Halbuki çok büyük hata yapılıyor.

Ey yöneticiler!

Kürt vatandaşlardan oy almanın yolu Apo’ya şirin gözükmek değildir. Bunu yaparsanız kendi ellerinizle Kürt halkının geleceğini teröre meze yaparsınız. Bizler biliyoruz ki Müslüman Kürt halkı yüz yıla yakındır laik, Kemalist, baskıcı ve milliyetçi politikalardan çok çekti.  Şimdi siz yıllarca bu zulmün mağduru olmuş bir halkı yine aynı acı reçete ile sınamak istiyorsunuz. Öcalan ve İmralı ile Kürt halkını aynı kefeye koyuyorsunuz. Zulmü, süslü ve cafcaflı bir hale getirdiğinizde barışı sağlamış olmuyorsunuz. Aksine yeni bir sorunun kapısını aralıyorsunuz. Artık hala İslam’dan ve Allah’ın dininden yüz çevirmeye devam ederek demokratik siyasetin gereği ile hareket etmeyin. Acıyı ve zulmü derinleştirmeyin. Türklere de Kürtlere de lazım olan tek şey geçmişte kendilerini izzetli kılan İslam nizamıdır. Bir toplumun hissiyatını oy kaygısına ve taht kavgasına kurban etmeyin. Artık içinizde samimiyet namına bir şey kaldıysa sadece gelecek seçimleri düşünmeyin, gelecek nesilleri de düşünün.

TÜRKİYE’NİN BAHİS VE KUMAR SORUNU

Bugün konuşmamız ve değerlendirmemiz gereken diğer önemli bir konuda toplumun ruhunu kemiren, aileleri çökerten, gençliği umutsuzluğa sürükleyen büyük bir fitne olan kumar ve bahis düzenidir. Vahşi kapitalist nizam, tıpkı bedeni kemiren bir zehir gibi toplumları içten içe çökertmesine rağmen halen varlığını sürdürüyor olması bizce insanlık adına büyük bir utançtır. Hangi meseleye dokunsak, hangi sorunu ele alsak altında bu ahlaksız düzenin izlerini görüyoruz. Son günlerde gündeme gelen “yasadışı bahis” kumar tartışmaları da bunun bir parçası. Sanki kumar, bahis yasal olunca temiz ve meşru, yasadışı olunca gayrı meşru ve kirliymiş gibi bir algı oluşturuluyor. Devlet eliyle yapılan pis işler “yasal” etiketiyle aklanmaya, paklanmaya çalışılarak, toplumun zihni yönlendiriliyor.

Hâlbuki devletin asli görevi; insanı onurlandırmak, toplumu değerleriyle güçlendirmek, inancıyla uyumlu bir hayatı temin etmek, gençlerin geleceğini ve ahlakını korumaktır. Daha da önemlisi, insanları ahirete hazırlamaktır. Ancak bugün görüyoruz ki Allah’ın haram kıldığı şeyler vergiye bağlanarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Devlet, haramı vergiyle temizleyeceği imajını topluma veriyor.

Kumarın, şans oyunlarının, milli piyangonun, bahsin, toto ve lotonun devlet eliyle dev bir endüstri hâline getirildiğine hepimiz şahidiz. Bugün Türkiye’de kumar sadece arka sokaklarda değil; devlet kurumları, şirketler ve reklamlarla parlatılan geniş bir sektör hâline getirilmiştir.  Bu bakımdan yasadışı bahis kumar vergilendirilmediği sürece suç olarak görülmekte. Yasal yani vergisi alınıyorsa sorun yoktur. Kısaca kumar masasını ve buradan gelen geliri devlet kimseye kaptırmak istemiyor. 

Yapılan araştırmalara göre sadece küresel bahis pazarının 1.7 trilyon dolar, diğer kumar türleri ile bu Pazarın yaklaşık 4.5 trilyon dolar olduğunu biliyoruz. Türkiye’de ise bu pazar yaklaşık 50 milyar dolar büyüklüğünde. Sadece 2024 yılında devlet eliyle oynatılan bahis miktarı 200 milyar TL’dir. Devlet, bu sektörü tamamen kontrol etmek için resmi bahis vergisini yüzde 10’dan yüzde 5’e indirerek pastanın tamamını kendi elinde toplamak istedi. Yani anlaşılacağı üzere mesele toplum sağlığı, gençlik, aile değil, kasaya giren para miktarı.

Bu hastalıklı anlayış öylesine normalleşmiş ki devlet, iktidar ve muhalefet tarafından yasadışı bahis sadece vergi kaybı yani ekonomik kayıp üzerinden değerlendirmekte. Oysa kumar, insanın aklını, malını, vakarını ve huzurunu çalan sinsi bir hırsızdır. Aileleri dağıtan, gençleri borç ve intihara sürükleyen, suçu ve kara parayı besleyen karanlık bir çarktır. Fakat bu çark, yöneticilerin gündemine ancak vergi kaybı söz konusu olunca giriyor. Bugün Türkiye’de kumar oynama yaşı 10-12 yaşa kadar düşmüş durumda. On yıllar boyunca kapatılan bahis site sayısı 500 bin iken sadece 2024 yılı sonu 2025’in ilk aylarında açılan bahis sitesi sayısı 300 bine yaklaşmış. Bu belaya bulaşan insan sayısı 30 milyonun üzerinde. Bahislerin yüzde 95’i online oynanıyor olması bu tehlikenin ne kadar yakın olduğunu gösteriyor.

Bu sessiz virüs toplumumuzun damarlarında dolaşıyor; gençliğimizi bitiriyor, ailelerimizi sarsıyor, iktisadımızı bozuyor bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaştırıyor. Ve diyoruz ki: Ey yöneticiler! Allah’tan korkun! Bahisin, kumarın yasal olanı da yasal olmayanı da kumardır, şeytan işi pisliktir, haramdır, zulümdür vebaldir. Meşrulaştırdığınız haramlarla aileyi, toplumu, gençliği ifsat ettiniz yeter. Uyguladığınız zulüm nizamı olan kapitalizm ile ekini ve nesli ifsat ettiniz yeter. Bizim duamız; Rabbimizin ümmeti bu fasit düzenden, bu haramın kurumsallaştığı sistemlerden kurtarması, helalin bereketine razı olan, haramın kirinden uzak duran izzetli bir toplumun anahtarı olan İslam Nizamına bizleri kavuşturmasıdır.

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

25 Kasım 2025

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yorumunuz başarıyla gönderildi. Editör onayından geçtikten sonra sayfada yayınlanacaktır.
Yorumunuz iletilirken bir hatayla karşılaşıldı. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.